Dünyadaki İlk Canlı En Büyük Tehdidinden Nasıl Kurtuldu : Su
Fotoğraf:Karadaki su kütlelerinde, belki de Kanada’daki Manicouagan Gölü’ne benzeyen, eski bir etkiyle oluşan kraterlerde yaşam başlamış olabilir. Katkı Sağlayanlar: Planet Observer, Universal Images Group ve Alamy
Canlılar suya bağlıdır, ancak DNA ve diğer temel molekülleri parçalamaktadır. Peki, ilk hücreler su paradoksuyla nasıl başa çıktı?
Gelecek yıl 18 Şubat’ta, Nasa uzay aracı Mars’ın atmosferine doğru iniş yapacak, bu inişi hafifletmek için yavaşlatma roketleri ateşlendikten sonra altı tekerlekli gezgin Perseverance yüzeye daha da yaklaşacak. Her şey plana göre giderse, görev gezegenin ekvatoru yakınında bulunan, bir zamanlar su gölü barındırmış olabilecek 45 km genişliğindeki yarık olan Jezero Krateri’ne inmek.
Cambridge, UK de MRC Moleküler Biyoloji Laboratuvarı’ndaki biyokimyacı Sutherland, Jezero Krateri’ni ziyaret etmesi için NASA’yı ikna etmeye çalışan bilim insanlarından biriydi. Çünkü Mars ve Dünya’da yaşamın nasıl meydana gelmiş olabileceği onun tahminleriyle örtüşüyordu.
İniş yerindeki şeçim birkaç molekülü ilk biyolojik hücreler dönüştüren kimyasal süreçler hakkındaki düşünme değişimini yansıtıyor. Çoğu bilim insanı bu öncü hücrelerin okyanusta ortaya çıktığını tahmin etseler de, son araştırmalar bu hücrenin yapı taşı moleküllerinin ve temel süreçlerinin sadece akarsular tarafından beslenen ve diğerlerine göre sığ bir su kütlesi olan Jezero gibi yerlerde oluşabileceğini öne sürüyor.
Bunun nedeni, bazı çalışmaların yaşamın temel kimyasının oluşması için güneşten gelen ultraviyole ışınlara ihtiyaç duyması ve sulu ortamın oldukça konsantre hatta zaman zaman kupkuru olması gerektiğini öne sürmesidir. Laboratuvar deneylerinde, Sutherland ve diğer bilim insanları basit karbon bazlı kimyasalları kontrollü şekilde ısıtıp, UV ışınlarına maruz bırakarak ve aralıklı olarak kurutarak DNA’yı, proteinleri ve hücrelerin diğer temel bileşenlerini ürettiler. Kimyacılar henüz deniz suyunun özelliklerini taşıyan koşullarda bu kadar geniş biyolojik molekül yelpazesini sentezleyemediler.
Ortaya çıkan kanıtlar, birçok araştırmacının bu hücrenin okyanuslarda oluşması fikrinden vazgeçmesine ve bunun yerine dönüşümlü olarak ıslak ve kuru olan yerlerdeki kara yaşam alanlarına odaklanmalarına sebep oldu. Bu fikir değişikliği pek oy birliği ile olmasa da yeryüzünün başlangıcına ilişkin fikri destekleyen bilim insanları, bunun uzun süredir bilinen bir paradoksa çözüm sunduğunu söylüyor: su canlı yada canlılık için temel bir gereksinim olmasına rağmen, aynı zamanda canlının temel bileşenleri için de yıkıcıdır.
Yüzeydeki göller ve su birikintileri bir hayli ümit verici, Seattle’daki Washington Üniversitesi’nde gezegenlerle ilgilenen bilim insanı David Catling yüzeydeki göllerin ve su birikintilerinin çok ümit verici olduğunu ve son 15 yılda bu gelişimi destekleyecek çok fazla çalışma yapıldığını söylüyor.
Yaşamı Oluşturan Sıvı Madde: İlkel Çorba
Canlının standart bir tanımı olmasa da çoğu araştırmacı onun birkaç moleküle ihtiyaç duyduğuna katılıyor. Bunlardan biri DNA, RNA gibi bilgi taşıyan moleküllerdir. Bu moleküler talimatları kopyalamanın bir yolu olmalı fakat bu method evrimsel değişimin başlangıcındaki hatalara izin verecek kadar mükemmel değildi. Ayrıca ilk organizmaların, belki de protein bazlı enzimler kullanarak, kendilerini beslemeleri ve yaşamlarını sürdürmeleri için bir yol olmalıydı. Son olarak bir şey, bu birbirinden farklı molekülleri bulundukları ortamlarından ayırarak bir arada tuttu.
Yaşamın kökenlerine ilişkin laboratuvar araştırması 1950 yıllarında ciddi anlamda başladı.Çoğu araştırmacı yaşamın ‘ilkel çorba’ olarak adlandırılan zengin karbon bazlı kimyasalların karışımıyla meydana geldiğini varsaydı.
İlkel çorba fikri, 1920 de Rus biyokimyacı Alexander Oparin ve İngiliz genetikçi John Holdane tarafından birbirlerinden bağımsız olarak ortaya atıldı. Her biri Genç Dünyayı ilkel okyanusların sularında çözünen, çok sayıda karbon bazlı kimyasalın bulunduğu dev bir kimyasal fabrika olarak görüyorlardı. Oparin giderek karmaşıklaşan moleküllerin karbonhidrat ve proteinlerle sonuçlanmasıyla bu durumu ‘ Yaşamın Temeli’ olarak isimlendirmeye karar verdi.
1953 yılında Illinis’deki Chicago Üniversitesi’ nden genç araştırmacı Stanley Miller bu fikirleri doğrulayan meşhur Miller deneyini anlattı. Okyanus ortamını oluşturabilmek için su tutan bir cam şişe ve ilk atmosferde bulunan metan, amonyak ve hidrojen içeren başka bir şişe kullanıldı. Tüplerle şişeler arasında bağlantı kurulduktan sonra elektrodlarla oluşturulan kıvılcımlar ilk atmosferdeki yıldırımları temsil etti. Birkaç gün boyunca yapılan ısıtma ve elektrik şoku, proteinlerin temel bileşeni ve en basit aminoasit olan glisini yapmak için yeterliydi. Bu deney birçok araştırmacıya yaşamın okyanus yüzeyinin yakınında ortaya çıktığı fikrini uyandırdı.
Fakat bugün çoğu bilim insanı bu fikirde temel bir sorun olduğunu söylüyor: Canlının yapı taşı molekülleri suda parçalanır. Bunun sebebi ise, DNA ve RNA gibi proteinlerin nükleik asitlerden nükleik asitlerin ise nükleotid zincirlerinden oluşmasıdır. Eğer zincirler suya konulursa, su birleşim yerlerine atak yaparak onları koparır. Biyokimyacı Robert Shapiro, karbon kimyasında ilkel okyanus hipotezini eleştiren 1986 tarihli totemik kitabı Origins’te ‘Su olabildiğinde titizlikle dışarı atılması gereken bir düşmandır.’ diye yazmıştır.
Bu su paradoksuna, Minneapolis’teki Minnesota Üniversitesindeki biyolojist Kate Adamala hücrelerin içlerindeki suyun serbest dolaşımını sınırlandırma ile çözdüğünü söylüyor. Bu sebeple, maddenin hücre içinde bulunduğu sitoplazmanın popüler görüntüleri genellikle yanlıştır. ‘Bize sitoplazmanın her şeyi tutan bir kese olduğu ve her şeyin etrafta yüzdüğü öğretildi. Bu doğru değil, hücredeki her şey inanılmaz bir şekilde sabitlenmiş ve bir su kesesinin içine değil, jelin içine yerleştirilmiştir.’ diye ekliyor.
Eğer canlılar suyu kontrol altında tutuyorsa, birçok araştırmacıya göre bunun anlamı açıktır. Yaşam muhtemelen suyun sadece aralıklı olarak bulunduğu karada oluşmuştur.
Bu fikrin lehine olan bazı önemli kanıtlar 2009’da ortaya çıktı. Sutherland kendisinin ve takım arkadaşlarının RNA’yı oluşturan dört nükleotidden ikisini başarıyla yaptıklarını duyurdu. Onlar fosfat ve siyanür tuzu olarak adlandırılan siyanamid içeren dört temel karbon bazlı kimyasal ile başladı. Bu kimyasallar suda tamamen çözündüler, fakat konsantrasyonlarının çok yüksek olması ve UV ışınlarının gerekmesi sebeiyle bu tür reaksiyonlar okyanusun derinliklerinde gerçekleşemezlerdi. Sadece kimyasalların yoğunlaşabileceği , güneş ışığına maruz kalan küçük bir havuz yada gölette gerçekleşebileceğini söyledi.
Sutherland’ın ekibi aynı başlangıç kimyasallarının farklı bir şekilde işlenmesiyle proteinler ve lipitlerin sentezinde kullanılan öncül moleküller üretebileceğini gösterdi. Araştırmacılar, siyanür tuzları içeren su güneşle kurutulursa, kuru siyanürden oluşan kimyasal bir katman kaldı. Bu katman daha sonra jeotermal aktivite ile ısıtıldı. Geçtiğimiz yıllarda Sutherland’ın ekibi güneş ışığından ve aynı kimyasallardan bazılarını kullanarak daha önce imkansız gibi görünen DNA’nın yapı taşlarını üretti.
Bu yaklaşım Atlanta Georgia’daki NSF-NASA Kimyasal Evrim Merkezindeki biyokimyacı Moran Frenkel-Pinter ve meslektaşları tarafından geliştirildi. Ekip geçen yıl aminoasitlerin kurutulduğunda kendiliğinden zincir gibi birleşerek proteinleri oluşturduklarını gösterdiler. Ve bu reaksiyonlar, diğer aminoasitlere kıyasla, bugün proteinlerin yapısında bulunan 20 amino asitle daha yüksek oranda gerçekleştiler. Bu aralıklı kurutmanın canlının neden yüzlerce olasılıktan yalnızca bu aminoasitleri kullandığını açıklamaya yardımcı olabileceği anlamına gelir. Frenkel-Pinter ‘Günümüzdeki amino asitlerin seçimini gördük.’ diye ekledi.
Islak ve Kuru
Aralıklı kurutma, bu moleküler yapı taşlarının daha karmaşık canlı yapılara dönüşmesine de yardımcı olabilir.
Bu bağlamda klasik bir deney 1982 yılında ilk olarak David Deamer ve Gail Barchfeld tarafından daha sonra da California Üniversitesi tarafından yayınlandı. Amaç, diğer uzun zincirli molekül olan lipitlerin, hücreleri çevreleyen zarları oluşturmak için nasıl kendi kendilerine organize olduklarını incelemekti. İlk olarak veziküller yaptılar. Veziküller, iki lipit tabakasıyla çevrili olan sulu bir çekirdeğe sahip hücre içi keselerdir. Daha sonra araştırmacılar vezikülleri kuruttuğunda lipitler krep yığınına benzer çok katmanlı bir yapıya dönüştü. Daha önce suda yüzen DNA zincirleri, katmanlar arasında sıkışıp kaldı. Araştırmacılar tekrar su eklediklerinde veziküller içlerindeki DNA ile tekrardan şekillendiler. Bu basit bir hücreye doğru atılan bir adımdı.
Şuan da Santa Cruz’daki California Üniversitesinde bulunan Deamer, bu ıslak kuru döngülerin her yerde olduğunu söyledi .Islak-kuru döngü yaygın olarak peptitler,desipeptitler,nükleik asitler ve diğerleri dahil olmak üzere olası karışımları oluşturmak için prebiyotik koşullarda yoğunlaşma reaksiyonlarını harekete geçirmenin uygun bir yolu olarak görülür.Bu olay yağmur suyunun ıslak kayalarda buharlaşması kadar basitti. Ancak Deamer, bu uygulamaların lipitler gibi biyolojik kimyasal bileşime uygulandıklarında olağanüstü şeyler olduğunu belirtti.
2008 yılında yapılan bir çalışmada, Deamer ve ekibi nükleotidleri ve lipitleri suyla karıştırdı. Ardından onları ıslak-kuru döngülere soktu. Lipitler katman oluşturduğunda, nükleotidler RNA benzeri zincirlere bağlandı. Bu reaksiyon dışarıdan yardım olmadan gerçekleşemeyecek bir reaksiyondu.
Yapılan diğer çalışmalar, yaşamın temelinin önemli bir parçası gibi görünen farklı bir faktöre işaret ediyor : Işık
Bu Baston’daki Massachusetts General Hospital’deki biyolog Jack Szostak’ın ‘protohücreler’ ile çalışan ekibinden çıkan sonuçlardan biridir. Protohücreler aslına bakıldığında basit genetik materyal gibi görünsede büyüyebilen ve kendilerini kopyalayabilen hücrelerin basit versiyonu olan hücrelerdir. Protohücreler karadaki koşullara benzer koşullara maruz bırakılırsa daha gerçekçi davranışlar sergilerler. Adamala’nın ortak yazar olduğu bir çalışma protohücrelerin enerjiyi ışıktan alıp bölünmesiyle basit bir üreme biçiminde kullanabileceğini buldu. Benzer şekilde, MRC Moleküler Biyoloji Laboratuvarı’nda bulunan Claudia ve meslektaşları, 2017’de UV radyasyonunun birçok protein için çok önemli olan demir sülfür kümelerinin sentezini tetiklediğini gösterdi. Bunlar enerji depolama molekülü ATP’nin sentezini harekete geçirerek tüm canlı hücrelere güç sağlamaya yardımcı olan elektron taşıma zincirlerini içeriyordu. Demir kükürt kümeleri suya maruz kaldığında parçalanırdı, ancak Bonfio’nun ekibi, 3-12 aminoasit uzunluğunda basit peptitlerle çevrelendiğinde daha kararlı olduklarını keşfetti.
Bu tür çalışmalar, yaşamın sınırlı miktarda su ile iyi aydınlatılmış bir yüzeyde başladığı fikrine ivme kazandırsada, ne kadar su olduğu ve hayata başlamada hangi rolü oynadığı konusunda hala tartışmalar var.
Deamer gibi Frenkel-Pinter da ıslak-kuru döngülerin çok önemli olduğunu savunuyor. Frenkel-Pinter kuru koşulların, proteinler ve RNA gibi zincir moleküllerin oluşması için bir fırsat sağladığını söylüyor.
Ancak basitçe RNA ve diğer molekülleri yapmak yaşam olduğu anlamına gelmez. Kendi kendine yeten ve devam eden, dinamik bir sistem oluşmalıdır. Frenkel-Pinter, suyun yıkıcılığının bu sistemin sürdürülmesine yardımcı olabileceğini öne sürüyor. Av hayvanlarının daha hızlı koşmak veya avcılardan kurtulmak için toksin salgılamak için evrimleşmesi gibi, ilk biyolojik moleküller de suyun kimyasal saldırılarıyla başa çıkmak ve hatta reaktivitesini iyilik için kullanmak üzere evrimleşmiş olabilirdi.
Bu yıl, Frenkel-Pinter’ın ekibi, amino asitlerin kendiliğinden bağlanmasına neden olan kurutma işleminin önceki çalışmasını izledi. Ekip, proto-proteinlerinin RNA ile etkileşime girebileceğini ve sonuç olarak her ikisinin de suda daha kararlı hale geldiğini buldu. Aslında, su bir seçim baskısı görevi gördü: sadece suda hayatta kalabilen molekül kombinasyonları devam edebilirdi, çünkü diğerleri yok edilirdi.
Buradaki fikir; kurutma-ıslanma döngüsündeki her ıslanma döngüsünde, zayıf moleküllerin veya başkalarına bağlanarak kendilerini koruyamayanların yok edilmesiydi. Bonfio ve ekibi bunu, basit yağ asitlerini modern hücre zarlarında bulunanlara benzeyen daha karmaşık lipitlere dönüştürmeye çalıştıkları bir çalışmada gösterdiler. Araştırmacılar, lipit karışımları oluşturdular ve basit olanların su tarafından yok edildiğini, daha büyük ve daha karmaşık olanların biriktiğini tespit ettiler. Bonfio ‘’Bir noktada, zarları oluşturmaları için bu lipidlerden yeterince elde edersiniz” diyor. Başka bir deyişle, bir Goldilocks su miktarı olabilir. Goldilocks canlıların yaşayabilmesi için gerekli asgari sınırı temsil eden tanımlama “Yaşanabilir Bölge”dir. Goldilocks su miktarı biyolojik molekülleri ne çok çabuk yok edecek kadar ne de hiçbir şey değiştirmeyecek kadar az olmamalıdır.
Sıcak Küçük Göller
Bütün bunlar nerede olmuş olabilir? Bu noktada sahada kuşaksal bir bölünme var. Birçok kıdemli araştırmacı bir senaryoya bağlıyken, daha genç araştırmacılar genellikle sorunun tamamen açık olduğunu iddia ediyorlar.
Frenkel-Pinter, kimyasalların yoğunlaşmasının mümkün olmayacağından açık denizlerde yaşamanın imkansız olduğunu söylüyor. Bonfio ise bunun ciddi bir sorun olduğunu kabul ediyor.
Alternatif bir deniz yaşamı fikri, daha önce Pasadena, California’daki Jet Propulsion Laboratuvarı’nda çalışan bağımsız bir araştırmacı olan jeolog Michael Russell tarafından 1980’lerden beri savunuluyor. Russell, yaşamın aşağıdaki jeolojik oluşumlardan sıcak alkali suyun sızdığı deniz tabanındaki deliklerde başladığını iddia ediyor. Sıcak su ve kayalar arasındaki etkileşimler, önce basit metabolik döngüleri harekete geçirir daha sonra RNA gibi kimyasalları yapmaya ve kullanmaya başlayacak kimyasal enerjiyi sağlar.
Russell, Sutherland’ın yaklaşımını eleştiriyor. “Bütün bu harika kimya moleküllerini yapıyor,” desede Russell için bunların hiçbiri alakalı değil. Bunun nedeni, modern organizmaların RNA gibi maddeleri yapmak için tamamen farklı kimyasal süreçler kullanmasıdır. Maddelerin kendilerinin değil, önce bu süreçlerin ortaya çıkması gerektiğini savunuyor. Canlı, çok özel molekülleri seçer. Ama onları banktan seçemezsin. Onları sıfırdan yapmalısın ve canlı böyle yapar.
Sutherland, RNA, proteinler ve benzerleri oluştuktan sonra, evrimin, proto-organizmaların bu molekülleri yapmaları ve böylece kendilerini sürdürmeleri için yeni yollar bulmasını sağlayacağı ve bunu devam ettireceği yönünde karşılık veriyor.
Bu süre zarfında birçok araştırmacı, deneysel destekten yoksun olduğunu öne sürerek Russell’ın alkalin havalandırma hipotezi hakkındaki şüphelerini dile getirdi.
Frenkel-Pinter aynı zamanda Russell’in havalandırma fikrini de eleştiriyor, çünkü birlikte çalıştığı moleküller bu koşullarda uzun süre hayatta kalamazlar. Frenkel-Pinter Bu protopeptitlerin oluşumunun hidrotermal menfezlerle pek uyumlu olmadığını söylüyor.
Mayıs ayında, Almanya’daki Düsseldorf Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırma yapan jeokimyacı Martina Preiner ve meslektaşları tarafından olası bir çözüm önerildi. Hidrotermal menfezlerin altındaki kayalarda, ısı ve kimyasal reaksiyonların su moleküllerini bağladığını veya parçalayarak kuru alanlar yarattığı iddia edildi. Belirli bir ölçüye kadar sudan arındırılmış kaya-su etkileşimlerinin olduğu söylendi. Aralıklı olarak, daha fazla deniz suyu ıslak-kuru döngü ile içeri giriyordu. Preiner, bunun derin deniz kayalarının temel moleküllerin oluşumu için çok daha uygun hale getirmesi gerektiğini savunuyor ancak bunun hala bir hipotez olduğunu kabul ediyor. Bunun belirli tepkiler verebileceğini kanıtlamak için yine de buna göre deneyler yapılması gerektiğini söylüyor.
Ancak şu anda bu kanıt yok. Bu zaman zarfında, yaşamın karadaki küçük su kütlelerinde başladığı fikri için deneysel destek artıyor.
Sutherland, Güneş tarafından ve çarpma sonrası kalan enerjiyle ısıtılan, eğimli kenarlardan akan suların dipte bir su birikintisinde toplandığı göktaşı çarpması sonucu oluşan krater fikrini destekliyor. Burası, karbon bazlı kimyasalların dönüşümlü olarak suda çözülebildiği ve Güneş’te kurutulabildiği, mineral yüzeyleri katalizör görevi gören karmaşık, 3 boyutlu bir ortamdı. Sutherland’a emniyetli olması açısından bir dereceye kadar yüzeyde olmaları gerektiği ve okyanusun derinliklerinde veya kabuktan 10 kilometre aşağıda olamayacakları söylendiğinde Sutherland, o halde fosfata ve demire ihtiyaçları olduğunu bunların çoğunun, demir-nikel göktaşları tarafından çok kolay bir şekilde taşındığını söyledi. Sutherland’a göre çarpma senaryosunun bir başka avantajı da göktaşı etkilerinin atmosferi sarsarak siyanür üretiyor olmasıdır.
Deamer uzun zamandır farklı bir öneriyi savunuyor: volkanik kaplıcalar. Bu yıl yapılan bir çalışmada, o ve meslektaşı Bruce Damer, daha önceki deneylerinin de gösterdiği gibi sıcak sularda lipitlerin ön hücreler oluşturacağını savundu. Su birikintilerinin kenarlarındaki ıslak-kuru döngüleri, RNA gibi nükleik asitlerin oluşumuna ve kopyalanmasına yol açacaktı.
Deamer, fikirlerini test etmek için modern volkanik kaplıcalarda birkaç deney yaptı. 2018’de ekibi veziküllerin kaplıca suyunda oluşabileceğini ve hatta nükleik asitleri çevreleyebileceğini ancak deniz suyunda oluşmayacağını gösterdi. Geçen yıl yapılan bir takip çalışması, ortaya çıkan veziküller kurutulduğunda nükleotidlerin RNA benzeri iplikler oluşturacak şekilde bağlandığını buldu.
Yaşamın başladığı yeri daraltmak, prebiyotik kimyanın daha geniş resmini anlamayı gerektirecektir: birçok reaksiyonun nasıl birbirine uyduğu ve meydana geldikleri koşulların çeşitlilikleri. Bu devasa görev, Indiana, Highland’deki Allchemy’nin yeni şirketi başkanı kimyager Sara Szymkuć liderliğindeki bir grup tarafından gerçekleştirildi. Ekip, Eylül ayında, bilinen prebiyotik reaksiyonlardan oluşan geniş bir ağın bugün yaşamda kullanılan biyolojik moleküllerin çoğunu nasıl üretmiş olabileceğini keşfetmek için bir bilgisayar algoritması kullanan kapsamlı bir çalışma yayınladı.
Ağ tam anlamıyla işlev görmüyordu birden fazla reaksiyon engellense bile önemli biyolojik bileşikler oluşmaya devam edebilirdi. Bu nedenle Szymkuć, yaşamın nereden kaynaklandığına dair herhangi bir senaryoyu elemek için henüz çok erken olduğunu savunuyor. Bu, hangi reaksiyonların nerede meydana geldiğini görmek için bir dizi farklı ortamın sistematik olarak test edilmesini gerektirecektir.
Dünyanın Ötesinde
Sutherlandinki gibi deneyler, Dünya’da yaşamın nasıl başladığına dair fikirler oluşturuyorsa, kozmosun başka bir yerinde yaşamın nerede başlamış olabileceğini keşfetmeye de yardımcı olabilirler.
Mars en çok ilgiyi çeken gezegendi, çünkü yüzeyinde sıvı su olduğuna dair net kanıtlar var. NASA’nın Perseverance aracının iniş yeri kısmen şeçildi. Sutherland’ın çalıştığı kimyasal ortamı bulundurma ihtimali olan ve bir zamanlar göl olduğu düşünülen Jezero Krateri’ydi.Catling liderliğindeki NASA’ya prebiyotik kimya bulgularını özetleyen ve Perseverance’ın nereye bakması gerektiği konusunda tavsiyelerde bulunan 2018 sunumunun yazılmasına yardımcı oldu. Sutherland ,bu kimyasal ortamı sunduklarını ve sonunda seçtikleri Jezero Krateri’nin, bu kimyasal olayların gerçekleşme olasılığının en yüksek olduğu yer olduğunu söylediklerini belirtiyor.
Perseverance’ın Mars’a ulaşması iki ay sürecek – ve topladığı örneklerin henüz adı verilmemiş bir gelecek misyonu tarafından Dünya’ya geri gönderilmesi yıllar alacak. Dolayısıyla, Mars’ın yaşam barındırıp barındırmadığını veya bunu milyarlarca yıl önce yapıp yapmadığını öğrenmemiz için hala uzun bir bekleyiş var. Ama olmasa bile prebiyotik kimyanın izlerini ortaya çıkarabilir.
Catling’e göre en iyi durum, Perseverance’ın, Mars tortularının katmanlarında, lipitler veya proteinler veya bunların bozulmuş kalıntıları gibi karmaşık karbon bazlı moleküller bulmasıdır. Ayrıca ıslak-kuru döngülerin kanıtlarını umuyor. Bu, bir göl kuruduğunda ve birçok kez yeniden doldurulduğunda oluşan karbonat tabakaları şeklinde olabilir. Berrak fosiller veya karbonca zengin siyah şeyler gibi açık bir izini görmediğimiz için “yaşamın Mars’ta özellikle uzağa gitmediğinden” şüpheleniyor. “Aradığımız şey oldukça basit, hatta belki gerçek hücrelerin kendisinden çok prebiyotik olma noktasına kadar.”
Mars, hayata doğru ilk birkaç kimyasal adımı atmış ve sonuna kadar gitmemiş olabilir. Bu durumda, yaşamdan değil, yaşam öncesine ait fosiller bulabiliriz.
Kaynak: scientificamerican.com